BİR HİKÂYE: Ana Baba Duası - 1
Çok heyecanlıydı. Öğretmenlik başvurularının kurası bugün çekilecekti. Ali, aylardır heyecanla beklediği mutlu haberi alabilmek için sürekli dua ediyor, Allah’a yalvarıyordu.
İlanda kendi bölümüne çok az sayıda kontenjan ayrıldığını görünce hevesi kırılmıştı. Kendisine sıra gelmeyeceği endişesi yüreğinin derinliklerinde yankılanıyordu. Dört yıllık başarılı bir öğrencilik hayatı sonrası, okulu uzatmadan bitiren ender öğrencilerdendi. Bugün yapılacak kura çekimi ile öğretmen olarak atanırsa, ondan mutlusu olmayacaktı.
Liseyi evinden uzakta, il merkezinde yatılı olarak okumuştu. O zamanlar pansiyon olarak adlandırılan öğrenci yurtları vardı. Orada kalmıştı öğrenciliği boyunca. Okul yıllarında yaşadığı aile özlemine katlanması, aslında ailesine daha güzel bir hayat sunabilmek ve çocukları ile gurur duymalarını sağlamak içindi.
Ali’nin babası, elli yaşını devirmiş, saçlarına misafir olan aklar ev sahibi konumundaki siyahları kovarcasına fazlalaşmaya başlamış, sessiz ve sakin birisiydi. Üzerinde hiçbir zaman çıkarmadığı cepken yeleği, yeleğin cebinde ise düğme deliğine zincir ile tutturulmuş köstekli saati daimî aksesuarıydı. Ayağında şalvarını tamamlayan kösele tabanlı Maraş yemenisi vardı. Tam bir köy beyefendisi idi.
Köy yerinde hayvancılık ve çiftçilikle uğraşıyor, ailesinin geçimini sağlamaya çalışıyordu. Komşularından ihtiyacı olanları hiçbir zaman yalnız bırakmaz, en dar zamanlarında yanlarında olurdu. Bu yüzden başı dara düşenin ilk müracaat kapısıydı Ahmet Ağa. Ağalık dedesinden yadigâr bir unvandı. Yoksa mal-mülk olarak hiç de öyle ağa denilecek bir varlığa sahip değildi. Dedesi rahmetli, zamanında köyün en varlıklı insanlarından biriymiş. Zaman içerisinde o varlıktan geriye pek de bir şey kalmamış ama ağalık bakiydi hâlâ.
Annesi ise elli yaşına yeni basmış, başında boncuk işlemeli yemenisi, üzerinde çiçekli fistanı ve entarisi, ayağında ise çiçek desenli basma kumaştan yapılmış şalvarı ile tipik köylü kadını idi. Bir yandan evin işlerini çekip çeviriyor bir yandan da hayvanların bakımı ve bahçe işleri konusunda eşinin destekçisi oluyordu.
Ali de tüm tatil ve izinlerini köyde ailesiyle birlikte geçiriyor, her işte onlara yardımcı oluyordu. Orta yaş sınırını çoktan aşan Emine ve Ahmet çiftinin hayatta kalan tek çocuğuydu Ali. Ondan önce doğan ikisi kız beş çocukları çok küçük yaşlarda hayata veda etmişlerdi.
Emine Hanım oğlunu çok sever, tırnağının incinmesine gönlü razı gelmezdi. En büyük hayali oğlunun öğretmen olduğunu görmekti. Köylerine gelen öğretmenlere imrenerek bakar, kendi oğlunun da bir gün onlar gibi takım elbise giyen, kravat takan yakışıklı bir öğretmen olması için her namazının ardından dualar ederdi.
Sabahın erken vaktinde, güneş kızıllığını ufukta henüz yeni göstermeye başlamışken ev halkı uyanmış, herkes işin bir ucundan tutmuştu. Ali, davarları otlatmaya götürecek; babası, ata yadigarı üzüm bağını çapalayıp ilaçlayacaktı. Annesi ise davar ağılının temizliği ve ev işlerini tamamladıktan sonra öğle azığını hazırlayarak eşine yardım etmek üzere bağa gidecekti.
Ali, pilli radyosunu akşamdan kontrol etmiş, çantasına koymuştu. Öğrencilik günlerindeki pansiyon hayatından hatıra kalan bu emektar pilli radyo ile dağda keçileri otlatırken hem türkü dinlemeyi hem de bugün açıklanacak olan öğretmen atamalarından haber alabilmeyi planlıyordu. Bugünün diğer günlerden pek farkı yoktu belki ama bir ihtimalin doğurduğu umutlar paydaş oluyordu Ali’ye.
“Aliii! Oğlum, azık çıkının mutfakta. Çıkarken almayı unutma. Ben davarın altını süpürmeye iniyom.” diyen annesi, tandır olarak tabir edilen düz kesme taşlardan yapılı merdivenin ilk basamağından aşağıya, ağıla doğru yönelmişti.
“Hiç unutur muyum canım anam! Azık çıkınına teleme için tas koydun değil mi?”
“Koydum oğul koydum. Küçük bakır tası koydum. Aman onu sağda solda unutup da kaybetmeyesin ha! Anamdan kalan biricik yadigâr o.”
Ali, azık çıkınını ve ayran şişesini; anasının soğuk kış geceleri ocak başı oturmalarında kendi elleriyle eğirdiği yün iple dokuduğu çoban heybesine itina ile yerleştirdi. Heybenin kalın askı ipini çaprazlama boynuna asarak çanta kısmını sol kalçasının üzerine yerleştirdi. Ayağında siyah şalvarı, üzerinde ise rengi iyice solmuş, yaka kısmı yıpranmış eski bir gömleği vardı. Odadan çıkarken kapının arkasındaki kasketi de başına geçirdi. Öğle güneşinin yakıcılığından korunmak için çok faydalı oluyordu bu kasket. Taş merdivenlerden inerken yanı başında duran çoban değneğini de eline alarak ağıla yöneldi. Anasının çıkardığı davarı önüne katarak meranın yolunu tuttu.
Mera, köye normal bir yürüyüşle kırk elli dakikalık mesafedeydi. Ama davar sürüsü ile bu yolu kat etmek iki buçuk üç saat sürüyordu. Yeşeren her tomurcuktan, taze filiz çıkaran her çalıdan bir lokma alma telaşı ile oradan oraya koşuşturan davarın ardı sıra ıslık çalarak ilerliyordu hayaller alemine dalan ve bugün almayı umduğu mutlu haberi bekleyen Ali.
Meralık alana gelince büyük çınar ağacının yüksek kollarından birine heybesinin askı kolunu taktı. Heybeden çıkarmış olduğu pilli radyosunu eline aldı. Frekansı TRT Çukurova radyosuna ayarlayarak ip halkasından başka bir dala astı. Radyoda birbirinden güzel türküler ardı ardına seslendiriliyordu. Dağlık alanda herhangi bir ses ve gürültü olmadığından türkü söyleyen sanatçıların nağmeli sesi meralığı çeviren yalçın kayalıklarda yankılanarak, tüm alana yayılıyordu. Ali, arada bir davarın etrafını dolaşarak fazla dağılıp uzaklaşmalarına müsaade etmiyor, bir arada otlamalarını sağlıyordu.
Babası ise sabah erkenden başladığı bağ çapalama işine devam ediyordu. Üzüm teyeklerini -köylerinde üzüm fidelerinden etrafa uzanan dallara teyek derlerdi- bir kenara toplayarak fidenin etrafını çapalıyor, sonra onları yerine sererek başka bir fideyi çapalamaya geçiyordu. Son çapaladığı üzümün teyeklerini, bir çocuğu yatağına yatırır gibi itina ile yerine seren Ahmet Ağa; “Maşallah bu sene üzüm bereketli olacağa benziyor.” diye geçirdi içinden. Şöyle bir doğrulup alnındaki teri silerken; “Buz gibi bir katık ayranı olsa da içsem.” diyerek seslice düşündü yüreğindeki yangının etkisiyle. Cümlesini yeni tamamlamıştı ki eşi Emine’nin sesi duyuldu;
“Kolay gelsin Bey, bereketli olsun. Ne yaptın bayağı kolayladın mı işi bari?” diyen Emine, bağın giriş bölümünden kendisine doğru yaklaşıyordu.
“Ben de şimdi buz gibi bir ayran hayallemiştim Hanım. Hay Allah senden razı olsun. Tam zamanında geldin.”
Eşinin uzattığı, içindeki soğuk ayranın serinliği ile dış yüzeyi damla damla terleyen testiyi alarak bağın kenarındaki gölgeliğe doğru yürüdü. Bağ, köyün doğu yakasında, kuzeye doğru uzanan dağ sırasının güney yamacındaydı. Köylülerin kıyrak olarak tabir ettikleri toprak olmaya yüz tutmuş yumuşak kayaç ve toprak karışımı bir arazi yapısı vardı bağın. Kazma ile kazıdıkça günden güne toprağa dönüşen yumuşak ve yağlı kaya parçacıkları, dikkatli yürünmezse insanın kayarak düşmesine sebebiyet verebiliyordu. Bu nedenle yamacı dikkatli bir şekilde yanlamasına yürüyerek büyük dut ağacının gölgeliğine geldiklerinde uzaktan köy imamının öğle ezanı okuyan yanık sesi duyuldu.
“Allahu Ekber, Allahu Ekber...”
Ezanı sessizce dinleyen ve imamın arkası sıra cümleleri tekrarlayan Ahmet Ağa, tamamlanması ile birlikte; “Aziz Allah, şefaat Ya Resulullah!” diyerek ezanı saygı ile karşıladı. Hanımının uzattığı bakır tası testideki serin ayran ile doldurdu. Buz gibi ayran dolu tası bir dikişte bitirerek yüreğinin yangınını söndürmeye çalıştı.
Bu arada eşi de sofra bezini yere sermiş, kavrulmuş taze fasulye yemeği ile tereyağlı bulgur pilavını tabaklara pay ediyordu. Yanında da yeni sulayıp getirdiği bir büküm yufka ekmek vardı. Sofranın güzelliğini gören Ahmet Ağa'nın tüm yorgunluğu gitmişti. Hele o taze yufkanın mis gibi kokusuna dayanamazdı. Bağ bahçe çalışmasına gittiğinde; “Bey, öğle azığı olarak ne istersin? Ne hazırlayıp getireyim sana?” diye soran eşine; “Sen o taze ekmeklerinden sula, yanına bir baş kuru soğan olsun yeter.” der, başka bir şey istemezdi.
İlk lokmalarını yemeye başladıklarında;
“Ali ne yapıyor acaba? Yemeğini yemiş midir şimdi?” diye seslice düşündü Emine Hanım.
Karısının oğluna olan düşkünlüğünü iyi bilen Ahmet Ağa, latife etmek amacıyla takılmadan edemedi:
“Yemiştir Hanım, yemiştir. Koskoca adam oldu artık. Bak üniversiteyi de bitirdi. Sen hâlâ onun öğle yemeğini kaygı etmedesin.”
“Öyle deme Bey! Ana yüreği bu. Kırk yaşına da gelse benim gözümde daha dünkü çocuk o. Onu kaygı etmeyeceğim de kimi kaygı edeceğim. Hayırlısı ile bir de takım elbiseli, kravatlı öğretmen olarak göreve başlarsa; o zaman kaygılarım azalır işte.”
“Kısmet Hanım, kısmet… Biz duamızı ediyoruz. Mevla'm bir kapı açar inşallah.”
“İnşallah kurban olduğum Allah'ım, inşallah!”
“Öğretmen olursa kaygım biter diyorsun da Hanım, senin kaygın esas o zaman başlar gibi geliyor bana. Evlenmesi, ev bark sahibi olması… Sen yeter ki kaygı edecek ol. Sana kaygılanacak konu mu yok!”
“Hele bir o günler gelsin Bey, bu bahsettiklerin kendiliğinden olur inşallah.”
Ezanı duyan Ali, davarı Kocaçınar olarak adlandırdıkları büyük çınar ağacının gölgeliğine öğle istirahati için toplamış, hemen yanı başındaki taş oluklu pınardan akan buz gibi su ile abdestini alarak namazgah olarak kullandıkları düz kayalığın üzerinde namaza durmuştu.
Ali namazını kılarken komşularının oğlu Ramazan da önüne kattığı sürüsünü Kocaçınar’a öğle istirahatine getirmişti. Köy yerinde öğle sıcağı çöktüğünde çobanlar davarlarını gölgelik serin bir yerde dinlendirir hem kendileri istirahat eder hem de davar öğleye kadar yediklerini geviş getirerek hazmederdi.
Ramazan, ortaokulu bitirdikten sonra okumamış, köyde ailesi ile birlikte kalmıştı. Babasıyla birlikte çiftçilik yapıyorlardı. Ramazan’ın davar sürüsü sayı olarak Ali’nin sürüsünün üç katına yakındı. Sürünün büyük bir bölümünü Kurban Bayramı’nda şehre götürerek satmak için besledikleri kurbanlık tekeler oluşturuyordu. Oldukça huysuz olan bu hayvanları da ancak Ramazan gibi usta bir çoban idare edebilirdi.
Ali namazını bitirene kadar Kocaçınar’ın gölgeliğindeki düzgün bir yere sofra bezini açan Ramazan yemek hazırlığına başlamıştı. Ali’nin namazını bitirdiğini görünce;
“Allah kabul etsin Ali Hocam. Hadi gel de yemeğimizi yiyelim.”
“Sağ olasın Ramazan kardeş, Allah razı olsun. Dur hele acele etme. Ben sarıkızdan bir teleme çalayım da ondan sonra oturalım sofraya.” diyerek küçük bakır tası alıp annesinin "sarı kızım" diye çağırdığı keçinin yanına vardı.
“Hadi bakalım sarı kız, bugünkü öğle yemeğimiz senden.” diyerek yatmakta olan keçiyi kaldırdı ve tasın içerisine yeteri kadar taze süt sağdı.
Bu arada Ramazan da hemen pınarın üst tarafındaki incir ağacından olgunlaşmamış incir geriklerinin olduğu bir dalı kopartarak pınarda yıkayıp getirdi.
Ali, incir geriklerinden iki tanesini dalından kopararak kök kısmından damlayan süt şeklindeki beyaz sıvıyı yeni sağmış olduğu süte damlattı. Suyunu iyice sıktığı gerikleri sütün içine bırakarak incir dalı ile bir miktar karıştırdı.
Sonrasında heybesinde bulunan taze sulanmış ekmeği çıkardı. Yumurtaları ve iri baş kuru soğanı da soyarak sofraya tabak niyetiyle açtığı yufkanın üzerine doğradı. Ramazan da bir tabak bulgur pilavı ile bir tabak yaprak sarmasını çıkararak sofrayı donattı.
Ali, az önce pınarda yıkayarak serinlemesi için suya yatırdığı büyük pembe köy domatesini de dilimlere ayırarak soğan ile yumurtanın yanına koydu. Bir tutam tuzu domates, yumurta ve soğanların üzerine serpti.
Tasta bulunan süt de iyice yoğunlaşmış, peynir gibi olmuştu. Buna köylerinde “teleme” diyorlardı. Çobanların taze süt ile hazırladıkları, oldukça besleyici bir yiyecekti teleme. Kökeni taa eski medeniyetlere kadar dayanıyordu.
Ali, okumuş olduğu eski Yunan destanlarından bahseden İlyada isimli kitapta teleme ile karşılaştığında çok şaşırmıştı. Bu destanda, savaş tanrısı Ares yaralanınca kendisine süt ve incir özünün karışımı ile yapılan teleme içiriliyor, Ares bunu içince kısa sürede iyileşiyor ve ayağa kalkıyordu. Ali bu cümleleri okuduktan sonra;
“Ne kadar da kadim bir kültüre sahip topraklarda yaşıyoruz. Bana sorsalar, telemeyi bizim köyden başka hiç kimse bilmez, o da en fazla iki üç kuşak öncesinde köyümüzde yaşamış çobanlardan kalma bir kültürdür diye düşünürdüm. Hâlbuki binlerce yıllık bir gelenekmiş de bizim haberimiz yokmuş.” diye düşünmüş, telemenin ne kadar besleyici bir yiyecek olduğunu bir kez daha anlamıştı.
İki çoban bir güzel karınlarını doyurduktan sonra Kocaçınar’ın geniş bedenine yaslanarak sohbete koyuldular.
Devamı haftaya…
#Alpaslan Demir
İstanbul-13.11.2025
#İran #Epstein #PolisSorunlarıMecliste #Dersim #VictorOsimhen #Pakize #Beşiktaş #Ronaldo