Her sabah olduğu gibi, çocukları okuluna bırakmış iş yerime doğru seyir hâlindeydim. Radyoda, insanı düşüncelere gark eden duygu dolu bir şarkı; “İnleyen Nağmeler” bana yoldaş oluyordu. Ben de mırıldanarak sanatçıya eşlik ediyor, ağır ağır yol alıyordum.
Ara sokaktan ana caddeye çıkan köşe başında bir eliyle baston şemsiyesini tutan, diğer eliyle de geçen araçlara işaret eden yaşlı bir amca dikkatimi çekti. Başında ihtiyarlara özgü kilim desenli takkesi, üzerinde giyilmekten bayağı yıpranmış olduğu anlaşılan kahverengi desenli ekose ceketi vardı. Ceket, amcanın üzerinde biraz da bol duruyordu. İhtiyarlığın vermiş olduğu yorgunluktan olsa gerek beli hafif kamburlaşmış, elindeki baston şemsiyeden destek alarak yarı eğilmiş vaziyette gelip geçen araçlara kendisini alması için el kaldırıyordu.
Belli ki amca yürüyerek kat edemeyeceği bir mesafeye gidecekti. Elli metre kadar ileride ilk kavşaktan sola dönerek o caddeden ayrılacak olduğumdan ilk etapta durmak istemedim. Yaşlı amca ısrarla el kaldırmaya devam edince; “Çok acil ihtiyacı olmasa bu kadar ısrarcı olmazdı.” diye düşünerek sinyal verip sağa yanaştım. Muhtemelen amca cadde boyunca gidecekti fakat oldukça yaşlı olduğu için bu soğuk ve yağmurlu kış gününde yürüyecek dermanı kendisinde bulamamış olmalıydı.
“Ne var sanki, ben de amcayı istediği yere bırakır oradan işe geçerim. Yolumu biraz uzatırım. Bu saatte, bu yağmurlu havada daha fazla beklemesin.” düşüncesiyle tam amcanın hizasına gelip durdum. Sağ ön camı indirerek amcaya seslendim:
“Hayrola amca, ne tarafa gideceksin?”
Cama doğru eğilen amcanın yüz hatlarındaki kırışıklardan yılların yorgunluğu belli oyuyordu. Maviye çalan gözlerinin feri sönmüş, öylece donuk bir şekilde bakıyordu. Yüzüne ilk bakıldığında bakımlı ve temiz giyimli olduğu anlaşılıyordu. Kenarı tertemiz çerçevelenmiş bakımlı bembeyaz sakalı, başındaki kasketinden taşan kısımları bembeyaz görünen saçları, amcanın yaşının büyük olduğunun alametifarikasıydı. Sol elini açılan camın üzerine koyan amca, sağ elindeki baston şemsiye ile caddenin sonunu işaret ederek;
“Şu büyük bayrağın oraya kadar beni bırakır mısın yeğen. Dizlerim ağrıyor. Yürümeyi gözüm kesmedi. Saat sekiz buçukta beni oradan alacaklar. Hem yürüsem de o saate kadar yetişemem.” dedi.
Söylediği yer benim gideceğim yolun tam tersi istikametteydi. Oradan geçmek yolumu uzatmama ve işime bir süre geç kalmama sebep olacaktı. Ama karşımdaki amca da gerçekten o noktaya kadar bahsettiği sürede yürüyemeyecek durumdaydı.
“Buyur amca. Seni istediğin yere bırakayım.”
Amca yılların hırpaladığı bedenine düşen yaşlılığın etkisi ile oldukça ağır hareket ediyordu. Zamanın hızına ayak uyduramayan yaşlı bedeninin artık ağırlaştığı şemsiyesinin baston şeklindeki sapından destek alarak ön koltuğa güçlükle yerleşmesinden belli oluyordu. Arabanın kapısını zar zor kapattı. Yola devam ederken bir yandan da amca ile sohbet etmek istiyordum.
Biliyordum; yaşlı, güngörmüş, tecrübeli insanların sohbetleri kısa süreli de olsa hayatın bıraktığı izlerden dökülen sözler olarak yol gösterici ve ders niteliğinde oluyordu. Bu tür sohbetlerden faydalanmak benim en büyük keyfimdi. Sohbeti başlatmak amacıyla;
“Hayırdır amca, böyle yağmurlu bir havada, erken bir saatte nereye gidiyorsun?” diye sordum.
Amca, tatlı dilli ve güler yüzlü birine benziyordu. Daha arabaya binerken, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle mırıldanarak kendisini aldığım için hem teşekkür etmiş hem de dilinden güzel dualar dökülmüştü. Sorum üzerine mırıldanmasını sonlandırarak:
“Huzurevinde kalıyorum yeğen. Şu arkanda gördüğün, hemen köşe başındaki iki katlı kırmızı boyalı ev benim. Evi kontrol etmeye gelmiştim. Huzurevinden doktora gidecek olanları devlet hastanesine götüren araba sabahleyin beni buraya kadar bıraktı. Dönüş için de saat sekiz buçukta büyük bayrağın oradaki kavşakta buluşmak üzere sözleştik. Beni oradan alacaklar. Sana zahmet oradan geçiyorsan beni de bırakır mısın?”
“Amca, seni istediğin yerde bırakırım. Hatta istersen huzurevine kadar götürürüm. Sen merak etme.”
Amca dili dualı birisiydi dedim ya. Arabaya binme ânında olduğu gibi ben cümlemi tamamlar tamamlamaz; “Allah senden razı olsun.” diyerek dua etmeye başladı.
Amca ile sohbeti devam ettirmek amacıyla;
“Hayırdır amca, neden huzurevindesin?” diye sordum.
Sorum üzerine amcanın çehresinde, ömrünün her gününün bıraktığı izlerin arasında feri sönen gözleri nemlendi, ağlamaklı bir hâl aldı. Utanırcasına kafasını yan tarafına, kapının camına doğru çevirdi. Dışarıyı izledi. O kısacık sürede kim bilir neleri düşündü. Sonra bana doğru döndü.
Ağlamaklı hâli, dolu dolu gözleri ile yaşamın kıyısına atılan bir insan olduğu izlenimi bıraktı bende. İçim burkuldu bir an. Amcanın bu hâlini görünce, hayıflandım. “Ne patavatsız adamsın, sorulacak soru mu şimdi bu? Durduk yere amcayı hüzünlendirdin, belki anlatamayacak özel bir nedeni olabilir. Neden hemen pat diye sordun ki!” diye kendi kendime kızdım. Sorduğuma da pişman olmuştum açıkçası. Ama bir kez sormuş bulundum.
Nur yüzlü, beyaz sakallı yaşlı amca kısa sürede kendini toparladı. Bir iki yutkunduktan sonra konuşmaya başladı:
“Ailen, çocukların var mı yeğen?”
“Var amca, çok şükür.”
“İyi o hâlde… Yaratan sana bir yuva ve emanet bıraktığı canlarla birlikte yaşama fırsatı vermiş. Belki de bir görev... Sen sen ol, sakın yük sanma aileni. Senin var olma sebebin değil belki ama varlığının değerli olduğunu hissettiren yuvandır.
Kimileri yalnızlığı seçer, kimileri yalnızlığa ötelenir. Gidecek yurdu olmayanların sığınadır aslında ama Allah kimseyi yalnız bırakmasın oğlum. ‘Yalnızlık Allah’a mahsustur.’ demiş büyüklerimiz.
Bazı anlar vardır eşin ve çocukların dertleri, istekleri bitmez. Atar kafan, ‘Bir gitsem, şuralardan. Kaçsam, tek başıma kalsam.’ dersin ya! Bu sadece bir bahanedir aslında. Gerçek hayatın şakası yoktur. Yalnızlığı vurdu mu sırtına, bir daha belini doğrultamazsın. Yalnızlık çok zor bir şey oğlum.
Allah devletimize zeval vermesin. İyi ki huzurevi var da oraya gittim. Çok şükür sağlığım yerinde, ihtiyacımı karşılayabiliyorum. Ne yaşlılar ne hastalar var. Kimisi yürüyemiyor, kimisinin altından alıyorlar. Öyle zor durumda olanlar var ama hepsine çok iyi bakıyorlar. Allah senden de razı olsun o huzurevinde çalışan bakıcılardan da.”
“Âmin amca, âmin. Allah cümlemize sağlık sıhhat versin. Allah senden de razı olsun. Ne güzel dualar ediyorsun öyle.”
“Altı ay önce ayrıldım evimden. Ayrıldıktan sonra bugün ilk kez gelebildim. Her şey olduğu gibi kalmış...” sözleriyle birlikte amcanın sesi titredi. Yüreğinde akan nehrin sesi kesildi. Diline dökülemeyen sözler kaldı boğazında. Yutkundu ve yorgun gözlerinde patlayan yanardağ yanağındaki çizgileri yol ederek süzülmeye başladı.
Kim bilir neleri, ailesi ile yaşadığı neleri hatırlamıştı altı ay sonunda tekrar döndüğü o evde. Yanımda oturan bu amca, milyarlarca insandan bir tanesiydi. Bu hayat kimine gülerken kimine acılar yaşatıyordu. Bilinmez elbet... Hayatın gülen yüzlü dost olması da çirkin suratlı cellat olması da belki insanların yaptıklarının ve tercihlerinin bir sonucu. Bilinmez... Ama şu an yanımdaki ihtiyar amca yaşanmış bir hikâyeyi, ağır bir romanı andırıyordu. Ne günler görmüş geçirmişti, o altı aydır uğrayamadığı evinde. Bu sabah hangi hatıralar karşıladı bu hüzünlü amcayı? Kim bilir…
Üzülmesine gönlüm razı olmadığı için konuyu değiştirmek istedim ve hemen konuşmaya başladım:
“Çok şükür amca sağlığın yerinde gözüküyor. Allah geçmişlerine rahmet eylesin. Bu günkü hâlimize şükür.” diyerek teselli etmeye çalıştım.
Amcanın sohbeti çok hoşuma gittiğinden yol daha uzun sürsün diye arabanın hızını yavaşlattım. Amca anlatmayı seven biriydi ve sohbetimiz çok iyi gidiyordu. Konuşmasına kaldığı yerden devam etti. Anlaşılan o da konuşmak, sohbet etmek istiyordu:
“Uzun zaman sonra eve girdim. Bomboş ev… Buz gibi… Soğuk... Her şey olduğu gibi duruyor. Zaman durmuş gibiydi sanki. İçeride hayat belirtisi yoktu. Duvarları nem kaplamış, sanki bana kızar gibi dökülüyordu boyaları. Dayanamadım… Ne günler yaşandı bu evde. Evlendik, eşim bu eve gelin geldi. Derken çocuklarımız… Şimdi nem kaplayan o duvarları kalemle çizerler, boyarlar… Akşam olunca anneleri bana şikâyet ederdi. Gülerdim, hoşuma giderdi onların duvarları boyaması. Hanım da bana kızardı; ‘Ne diye yüz veriyorsun? Kızsana şunlara!’ derdi. ‘Yav Hanım, kızılır mı? Onlar bize Allah’ın hediyesi. Büyütüp edepli ahlaklı güzel insanlar olması için yetiştirme görevi verilmiş bana. Kızılır mı?’ derdim.
O boyası dökülmüş duvarlara bakınca o anlar geldi aklıma. Oturdum ağladım. Biliyor musun oğlum, hayat o kadar kısa değil aslında. Biz içini dolduramıyoruz, sonra da hayat boş diyoruz. Ne kadar aciz kullarız. Her şey öylece kalakalmış. Bir gün gibi gelip geçti koskoca ömür.
Peki, dünlerde olanlar şimdi neredeler? Yoklar... Anılarda kaldılar. Mazinin kahramanı olmak güzel ama güzel olursan güzel. Her günü güzel insan olarak yaşamak ne güzel. Ne yaşarsan yaşa ne kadar dolu ne kadar boş yaşarsan yaşa yine de hayat.
Bana sorarsan ne anladın ne gördün yetmiş beş yıllık ömründe diye; sana sadece bir gün derim. Bir gün... O koskoca zannettiğimiz ömür bir gün gibi gelip geçti.
Teyzeni kaybettikten sonra kaldım bir başıma. İlk zamanlarda ara sıra arayıp soranlar da sonraları aramaz oldular. Unutulduk bu koca evde. Bir de inan bu evin her köşesine sinen anılar ağıt kıvamında beni rahatsız etmeye başladı ve 'Yalnızlık Allah'a mahsustur.' diyerek huzurevine geçtim. Çok şükür maaşım var. Geçim sıkıntım yok. Maaşımı oraya verdim. Bana çok güzel bakıyorlar. Evde yalnız başıma kalsam ne yapardım. Çok şükür kendi ihtiyacımı karşılıyorum ama yine de yalnız yapamazdım.”
Amcanın devletimize, devletimizin kurumlarına ve görevlilerine olan şükranı beni derinden etkiledi.
…
Devamı haftaya…
#Alpaslan Demir
İstanbul-05.12.2025
alpaslandemi@gmail.com
Evet 261 Kişi
Hayır 8 Kişi