Genç kızın meltemin tatlı esintisine bıraktığı sarı saçları coşkuyla dalgalanıyordu. Kim bilir aklından neler geçiriyordu. Beklediği genç yarım saattir gelmemişti. Acaba neden gelmemişti? Oysa ne hayaller kurmuştu geleceklerine dair. Bu da mı aldatmıştı yoksa; şimdiye kadar söz verip de tutmayan iki genç gibi.
Karmaşık duygular içerisindeydi. Bu zamanda kime güvenebilirdi ki! İnsan insana güvenemeyecek de kime güvenecekti. Oysa hayali vardı. Sırtını dayayacağı bir erkek bulup yuva kurmak istiyordu. Küçücük dünyasında kendi çapında mutluluklar yaşayacaktı. Bu da mı yalan olmuştu yoksa? Bir sevda daha başlamadan sona mı ermişti?
Oturduğu banktan kalktı. Sahile doğru birkaç adım yürüdü. Kıyıya vuran dalga sesi eşliğinde küçük adımlarla ilerliyordu. Kaldırımın hemen önünde, dalganın vurup çekildiği taşlık sahilde gezdi gözleri. Çekilen suyun sürüklediği küçük taşlar hışırdayarak sesler çıkarıyordu. Bir an kendini o taşlara benzetti. Bu kadar mı çaresizdi, bu kadar mı kimsesiz? Oysa böyle olmamalıydı. Ayakları üzerinde durmalı, geleceği hakkında belirleyici olan kendi olmalıydı.
Durdu. Düşündü. O an kararını verdi. Bu saatten sonra artık tek başınaydı. Artık bir amacı vardı; kendini gerçekleştirecek ve başarıyı yakalayacaktı.
Hemen geriye döndü. Kararlı ve emin adımlarla otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Hiç vakit kaybetmeden yurda dönecek, bir süredir ihmal ettiği derslerinin başına oturacaktı. Bu dünyada başarılı olmaktan başka çaresi kalmamıştı çünkü. Aldatanlara inat ısrarla çalışacak, alanında çok başarılı bir kadın olacaktı.
Feminist değildi. Erkeklere düşman gözüyle de bakmıyordu. Ama güvendikleri tarafından üçüncü kez aldatılması, yarı yolda bırakılması onu çok etkilemişti. Kararlıydı. Kararlılığı yürüyüşüne yansıyordu. Az önceki bezgin, yorgun, bitkin yürüyüşünden eser kalmamıştı. Başı dik yürüyor, ayakları daha sağlam basıyordu. Gözleri ayak ucunu değil, ufku seyrediyordu.
Durakta birkaç dakika bekledikten sonra otobüs geldi. Fazla sıra yoktu, ön kapıya yanaştı. Öğrenci abonman kartını çıkarttı. Farkında değildi ama beklediği genç de aynı otobüsle gelmiş, arka kapıdan iniyordu. Geçmiş olsun; genç için yapacak bir şey yoktu. “Acaba bu otobüsle geldi mi?” diye dönüp bakmadı bile.
…
Daktilodan başını kaldırdı. Manzaraya doğru baktı. “Acaba gence haksızlık mı yaptım?” diye düşündü. Neden genç kızı kararlı halde öğrenci yurduna göndermekte acele etmişti ki! Yaşadığı şehrin trafik yoğunluğunu, karmaşasını bilmiyor muydu? İnsanlar bazen istemeyerek de olsa geç kalabiliyordu. “Şehir şartlarını hesaba katarak birkaç dakika daha beklemesini sağlayabilirdim.” dedi kendi kendine.
Bu, aynı bölüm hakkında yazdığı üçüncü denemeydi. Bir daha değiştirmek istemiyordu. Daha önceki iki denemesinde de kızı bekletmeyi düşünmüş, ama bir türlü başarılı olamamıştı. O yüzden bu defa kız beklemek istememiş, hemen yurda giderek hayata yeni bir başlangıç yapmaya karar vermişti.
Masadan kalktı, mutfağa yöneldi. Balkona çıkarken ocağa koyduğu çay suyuna baktı; kaynıyordu. Kendine bir çay demledi. Bergamot aromalı Rize çayının verdiği keyfi hiçbir şeyden alamıyordu. “Sabah sabah ne de güzel gider.” diye düşündü.
Hemen küçük bir kahvaltı tabağı hazırlamaya koyuldu. Memleketten gelen kırma yeşil, siyah salamura zeytinlere Hakkari’den can dostunun gönderdiği otlu peynir ile balı da ekleyince zengin bir tabak oldu. Akşamdan kalan yarım domatesi de dilimleyiverdi.
Buzdolabını tekrar açtı, içine şöyle bir göz gezdirdi. Nedendir bilinmez bunu hep yapıyordu. Mutfağa her girişinde buzdolabının kapağını açıyor, içine bir süre bakıyordu. Tam kapağı kapatacakken salatalık ilişti gözüne. Bir tane aldı. Onu da dilimleyerek domatesin yanına yerleştirdi.
Kahvaltı tabağı hazırdı. Aldı, bir tepsiye yerleştirdi. Yanı başına bir çay bardağı koydu. Çayı şekersiz içtiği için şeker ve çay kaşığı koymasına gerek yoktu. Tepsiyi balkondaki masaya bıraktı. Lavaboya uğradı. Burada birkaç dakika oyalanmıştı. Çıktığında, “Çay demini almış olmalı.” diyerek mutfağa yöneldi.
Küçük çaydanlığı bir eline, demliği de diğer eline alarak balkona yöneldi. Çocukluğunda demlik ve çaydanlığı tek eli ile taşıdığında annesi öyle yapmaması gerektiği hususunda uyarır, “Oğlum küçücük bir kulp tutuyor onu. Kulpu kopar, dökülüverir. Ne olur sanki çaydanlığı bir eline, demliği öbür eline alıp getirsen!” derdi.
Nedendir bilinmez annesi ile arasında geçen bu diyalog geldi aklına. Rahmetli annesini hatırladı. Gözleri nemlendi; doyamamıştı annesine. Gurbet gurbet gezmekten birlikte çok vakit geçirememişlerdi. Devlet memuru olmanın böyle zor bir tarafı vardı işte. Her yıl nerede farklı bir göreve gideceğini, evinden ne kadar uzağa düşeceğini bilemiyordu. Bu sık yer değişikliği nedeniyle evlenip düzenli bir yuva da kuramamıştı.
Son günlerinde, “Oğlum kaç yaşına geldin hâlâ bir düzenin yok. Gözüm açık gidecek vallahi. Yok mu gözüne kestirdiğin biri? Seni de baş göz edip öyle gitsem. Çok üzülüyorum bu durumuna. Ben de yaşlandım. Şehir şehir dolaşıp sana eşlik edemiyorum.” demişti yaşlılığın etkisi ile iyice beli bükülen, tek başına ihtiyacını karşılamakta dahi zorlanan annesi.
Bunu hatırladı, mutfaktan balkona kadar olan o kısacık sürede.
Balkona çıktığında güneş biraz daha yükselmiş, hava ısınmaya başlamıştı. Sabahın serinliği yerini günün sıcaklığına bırakıyordu yavaş yavaş. Tam sandalyesine oturacakken çatal almayı unuttuğunu fark etti.
Tekrar mutfağa yöneldi, bir çatal, bir de peçete alarak balkona geldi. Gözleri yine dalmıştı. Bu kez rahmetli babası geldi aklına. Çok uzun zaman olmuştu kaybedeli. Henüz liseye yeni başlamıştı. Bir gün okul dönüşü, sokağın başında görmüştü evlerinin önündeki kalabalığı. Daha kimseye sormadan anlamıştı.
Babası da devlet memuruydu. Güvenlik görevlisiydi. Sık sık dış görevlere çıkar, günlerce eve uğramazdı. En son beş gün önce görüşmüşlerdi. Gelen acil bir haber üzerine apar topar hazırlanarak çıkmıştı evden. Nereye, kiminle, ne için gittiğini bilmiyorlardı. Şimdi dönmüştü işte...
Evlerinin girişine asılan kocaman bir bayrak dikkatini çekti. Demek babası şehit olmuştu. Yoksa niye assınlardı ki o bayrağı…
Şimdi bunu düşünmüştü birdenbire. Bir anda gözleri nemlendi. Kırmızı tişörtünün ucu ile gözyaşlarını sildi. Ufka daldı, bir süre öylece bakakaldı. Havada uçuşan kuşları seyretti. Sonra karşı parktaki büyük fıstık çamına takıldı gözleri. Çok sayıda kuş daldan dala sekiyordu.
En çok dikkatini de rengarenk papağanlar çekiyordu. Nereden geldiği hakkında birçok rivayet bulunan papağanlar. Normalde bu yörenin kuşu olmayan papağanlar. Şehre yerleşmiş, kendilerine bir yaşam alanı oluşturmuşlardı. Yuvaları neredeydi, nerede konaklıyorlardı kimse bilmiyordu. Ama yıllar geçtikçe sayıları hızla artıyordu.
Oturduğu balkondan görünen park da onlara ev sahipliği yapan yerlerden biriydi. Papağan sayısı çok fazla olduğu için “Papağanlı Park” denmeye başlanmıştı mahalleli arasında arasında buraya. Akşam güneş battıktan sonra her biri bir ağaçta garip sesler çıkartarak ötüyor, bu tatlı konser gün batımı sonrası bir süre devam ediyordu. Sonra kendiliğinden kesiliyordu.
Şehrin yeni sakini bu kuşlar ne yiyor ne içiyorlardı bilemiyordu. Evlerde bulunan papağanların kabuklu kuruyemişlerle beslendiğini duymuştu. Ama parktaki papağanların kuruyemiş bulma şansları yoktu. “Onlar da şehre alışmış olmalı. İnsanlar gibi buldukları ile öğün ediyorlardır.” dedi kendi kendine.
Doğru ya, gün içerisinde iş telaşı ile oradan oraya koşuşturan insanlar oturup da ne yiyeceklerini mi düşünüyorlardı. Çoğu zaman bir simit, bir poğaça ile öğün geçiştiriyorlardı. Buldukları ile karınlarını doyuruyorlardı.
Büyükşehirde yaşamak zordu. Trafik karmaşası bir yanda, iş telaşı öbür yanda. İnsan neredeyse kendine hiç zaman ayıramıyordu.
İşi rahattı, gençlik yıllarındaki yoğun ve yorucu günleri geride bırakmıştı. Oradan oraya koşuşturmaktan kendine zaman ayıramadığının farkına vardı birden. “Tembellikten.” dedi. Bu durumu başka bir kelime ile açıklayamadı.
Düşündü. Eğer isteseydi daha rahat bir yaşam kurabilirdi. Ama kendi seçmişti bu koşuşturmalı hayatı. Zaman ne de çabuk geçmişti öyle. Geriye doğru baktığında pişmanlık da duymuyordu, mutluluk da. Yaşanıp geçmişti günler.
Belki kendisine çok bir faydası olmamıştı, ama hayatına dokunduğu insanları düşündü. Gözlerindeki gülümseme, yüzlerindeki mutluluk yetiyordu. Hayat da bu değil miydi? Elindekini paylaşmak, ihtiyacı olana destek olmak. İnsan kendisi için değil başkaları için yaşamalıydı.
Dünyayı düşündü; hiçbir canlı kendisi için yaşamıyordu. Tavuk yumurtasını yemiyor, inek sütünü içmiyordu. Sebzeler, meyveler de öyleydi. Hepsi diğer canlılar için üretiyordu.
Oysa insan öyle miydi? Doğadaki her şeyi kendisinde toplamayı ilke edinmiş, her şeye sahip olmaya çalışıyordu. Biriktirdikçe biriktiriyordu. Kimse ile paylaşmıyor, tüm dünyaya tek başına sahip olmaya çalışıyordu. Halbuki dünyada bir tek kendisi yaşamıyordu. Başka insanlar, başka canlılarla paylaşıyordu bu üç günlük dünyayı.
Gerçekten dünya üç günlük değil miydi? Dün, bugün ve yarın. Dün geçmişti, hem de çok çabuk. Bugün yaşadığı andı. Yarın ise bir meçhulden ibaretti. Yarına dair ne bir bilgisi ne de bir ön görüsü vardı insanın. Dünü ise asla geri getirme şansı yoktu.
O zaman geriye elinde bir tek bugün kalıyordu. Bugünü yaşamalı, bugünde kalmalı, âna odaklanmalıydı.
Geçmişe takılıp kalmanın bir anlamı yoktu. “Keşke şunu yapsaydım. Keşke bunu yapmasaydım.” düşünceleri sadece insanı yormaya yarıyordu. Geçmişe takılıp kalmak ilerlemenin önündeki en büyük engeldi. Bunu biliyordu. Geçmişe çok takılmamaya gayret ediyordu. Bugün olduğu gibi arada bir mazi canlanıyordu gözünde. Geçmişini özlemle yad ediyordu.
Bu düşüncelerden sıyrılarak tepsideki bardağa doğru uzandı. Düz çevirdi. Önce koyu bir dem koydu, arkasından su ekledi. Çayın rengi çok güzeldi. Bardağa akıtırken etrafa yaydığı koku keyif vericiydi. Üzerinden kıvrılarak yükselen duman taze ve sıcak olduğunun en belirgin işaretiydi.
Masanın bir kenarına çektiği daktilosuna baktı. Son günlerde en yakın arkadaşı olmuştu. Sabahları çalışmaya karar vermiş, her sabah birkaç sayfa, birkaç satır da olsa yazmaya başlamıştı.
Neler mi yazıyordu? Kâğıdı taktıktan sonra aklına gelen ilk cümle ile başlıyor, sonrası kendiliğinden akıp geliyordu. Yazmalarında şimdilik belli bir plan ve akış yoktu. Zamanla bunun da olacağına inanıyordu. Amacı günlük, düzenli yazma alışkanlığı kazanmaktı. Bunu yaşam biçimi haline getirebilir, düzenli olarak bir şeyler yazabilirse ilerleyen zamanlarda bir hikâye veya roman çıkarabilirdi ortaya.
Bıkmadan, arkasını kesmeden sürekli yapılan çalışmalarla başarıya ulaşılacağına dair çok okumaları olmuştu. Şimdilik her sabah bir saat yazmayı, yazma keyfinden, yazma mutluluğundan uzak kalmamayı düşünüyordu. Sonrası nasıl olsa kendiliğinden gelirdi.
Gün gelir bir çatı oluşturur, kurgulardı hikayesini. Belli mi olurdu. Bunca yazan insanlar nasıl yazıyorlardı ki? Onlar da böyle başlamamışlar mıydı? Sonuçta kimse anasının karnından yazar olarak doğmuyordu. Tüm insanlar sonradan öğreniyor, yaparak, deneyerek başarıyorlardı.
Kendisi de denemeliydi. Bir gün mutlaka başarılı olacağına inanıyordu. Neden olmasındı. Başaranların fazlalıkları mı vardı sanki. Onlar da normal insan değiller miydi?
“Keşke daha önce yazmaya başlasaydım.” diye düşündü çayından ilk yudumu alırken. Sonra tabağından ilk zeytine batırdı çatalını. Kahvaltısına başladı.
Gözü tekrar parktaki ağaçlara ve papağanlara kaydı.
Bir an önce kahvaltısını tamamlamayı, işe gitmeyi düşünüyordu. Yarın sabah kaldığı yerden yazmaya devam edebilirdi…
Alpaslan Demir
04.01.2025 - İstanbul
#Alpaslan Demir